4 Aralık 2013 Çarşamba

İki Yoldan Biri

Nud, 44 yıl önce dünyaya erkek olarak bedenlenmiş bir melekti. O da her insan gibi dünya oyunu içinde melek varlığını hatırlamıyordu. Zaten dünyaya bunu hatırlamaya ve içindeki meleği dünyada yaşarken bilmeye, ışıldatmaya gelmişti.

Günlerden bir gün nehirde kayığıyla yol alırken, kendisinden ve hayatından memnun olmadığını düşündü. Bir yol ayırımında olduğunu, artık bir seçim yapması gerektiğini biliyordu. Bunu düşünmesiyle birlikte nehir aniden ayrıldı ve önünde iki yol açıldı. Şaşkınlık içinde neler olduğunu anlamaya çalışırken, yollardan birinin sağa, diğerinin sola gittiğini gördü. İki yolun da sonunda nereye varacağını bilmediği için seçim yapmakta zorlanıyordu. Küreğine asılıp tüm hayatını değiştirebileceği tarafa tam dönecekken, içindeki insan olma güdüsü daha ağır bastı ve Nud tek bir farkla her zaman gittiği tarafa gitmeyi seçti. Bu sefer kürekleri daha yavaş çekeceğini söyledi kendisine. Böylece daha dikkatli olacaktı ve yolda karşısına kayalıklar çıkarsa onlara çarpmayacak ve kayığı parçalanmayacaktı.

Nud’un o an görmediği, görmek istemediği bir şey vardı. Yolu onun seçimiydi. O seçimini değiştirmemişti. Sadece aynı yoldan başka bir hızda gitmeyi seçmişti ve ilerledikçe eski hızına ulaşması kaçınılmazdı. Hayatını değiştirebileceği diğer tarafa göz ucuyla baktı. İçinden “O tarafta ne olduğunu bilmiyorum. Ne de olsa bu tarafa alışığım…” Dedi ve her zaman gittiği tarafa doğru, daha yavaş bir hızla yola koyuldu…


Aslıhan Özen

28 Kasım 2013 Perşembe

KUŞ GİBİ

Yorgun sandığım kanatlarımı gagamla yokladım
Hiç de yorgun olmadıklarını o an anladım.
İki yana açtığımda, parlaklığı denize dökülen gün ışığı gibiydi.
Üzerine konduğum daldan nazikçe havalandım
Ve uçmaya devam ettim


Aslıhan Özen

25 Kasım 2013 Pazartesi

Gökçen'e

Kendisi olmayı başarmış bir insan, başkasının yanında kendi olmaya ihtiyaç duymaz. Kendisi olabilmiş insan ihtiyaçsızdır. Çünkü kendisiyle doludur.
Bir aşk şiiri yazdım ama kimseye okutmayacağım

8 Kasım 2013 Cuma

Sevgili yolum


Söylenecek çok şey olmasına rağmen
Hepsi bir sessizlik kutusunun içinde uysal bir kedi gibi duruyorlar.
Kelimeye dönüşünce eriyecek gibiler.
Halil Cibran'a anlatsak belki yazabilirdi
Benim boyum yetmedi.

Gerçi o da yazsa biraz hayal olacaktı.
O zaman insanın yine de en yakını kendisi demek ki.

Halbuki dünyada insanın ilk uzaklaştığı kişi kendisi.
Elmaslarla dolu bir bohçayla dünyaya gelen insan,
Yarısını dağıtıp, yarısını çaldırdıktan sonra
Kendinden uzak, çaresi dostlarda, sevgililerde gibi zenginlik içinde fakirlik yaşar.
İnsan doğuştan zengindir ve hep öyle kalacaktır
ama dünya oyunu ona kendisini fakir gösterir.
Bu fakirlik ruhla ilgilidir.

Bir zamanlar en uzağım olan kendim
Bugün en yakın dostumdur.
Rüyalarım,
Hayallerim,
Yapabildiklerim, yapamadıklarım
Saçmalamam filan...
Hepsi beni ben yapan şeyler.

Ve bütün ayarlar elimde
Ne tarafa istersem o tarafa çeviririm düğmeyi.
Rotamı ben çiziyorum
Çizdiğim rotaya dümeni çeviriyorum.
Rüzgarda saçlarım uçuşuyor.
Ağzımın ucunda sadece benim duyduğum bir ıslık
Çizdiğim rotada denizi hafifçe aralayarak gidiyorum
İşte bu çok güzel.

17 Eylül 2013 Salı

Tanrı,
Bir damla yağmurun 
Küçük bir otun köklerine süzüldüğü yerde.
Arının çiçekten bal topladığı iğnesinin ucunda
Eşsiz kar tanelerinin her birinde
Müziğin her notasında
Çöldeki rüzgarda
Denizlerin derinliklerindeki küçük balıkta
Tanrı sadece severek,
Boşluk olmayan dünya ve evrende her yerde.

Ve biz Tanrım,
Seninle ilgili anlatılan her ezberi yıkıp,
Kendimizi bilerek, seni bilmek peşindeyiz.

İmza: Çocukların


17 Eylül 2013 

13 Eylül 2013 Cuma

Tanrım, biz bu dünyada helak olduk. Heder olduk. Bıktık şu canımızdan. Bu güzel güneş batışı, bu harika müzikler için çok sağol ama yorulduk inan. O taraftan görüldüğü kadar da kolay değilmiş ayrıca. Bunu da gelince öğrendik. Oysa atıp tutuyorduk o tarafta ne güzel. Sitem etmiyorum. Yola devam ediyorum kurtuluş ümidim kalbimde.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Olsun

http://www.youtube.com/watch?v=aKJvbTEnp0I&feature=endscreen

Belki de şarkıyı söyleyen kız, benim hayalimdeki kız değildir
Olsun.
Ben onda cesareti, her şeyden özgür, kendini olduğu gibi ifade etmeyi gördüm.

Belki de gözlerine bakıp ruhunu gördüğümü sandığım delikanlı, hayalimdeki gibi değildir
Olsun.
Ben onda sevmeyi, gözlerinin ötesindeki ruhu hissetmeyi gördüm.

Belki de yıllarca dostluk, kardeşlik ettiğim kişi, benim hayalimdeki kişi değildir.
Olsun.
Ben onda kötü günde yanına koşmayı, iyi günde kahkahalar atmayı gördüm.

Ve belki bir gün kendime bakıp,
Cesaretimi giyer, kılıcımı kınına takarım.
Gözlerimin derinliklerindeki ruhumu soyar,
Onu dünyada insan olma kılıfından sıyırırım.
İyi günüme kahkahalar katar
Kötü günüme koşarak giderim.


Aslıhan Özen

20 Ağustos 2013 Salı

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Toprağın Çocuğu

Kuşluk vakti yağmur çorak toprağın çatlaklarından sızınca, toprak o gün bir erkek çocuğuna gebe kaldı. Aradan geçen zamanda tıpkı bir tohum gibi güneşle, rüzgârla, yağmurla, toprakla şekil aldı. Bir zaman sonra rengini gökyüzünden aldığı gözlerini dünya hayatına açtı. Olduğu yerde otururken sessizdi. Ağlamıyordu. Hiç kimsenin bilmediği bir gün ayağa kalktığında ise artık bir delikanlıydı. Toprak onu doyurmuş, yağmur susuzluğunu gidermiş, güneş kemiklerini ısıtmış, ay ve yıldızlarsa ruhunu aydınlatmıştı. Gündüzler anası, geceler babası olmuştu. Henüz ağzından tek bir kelime çıkmayan toprağın çocuğunun, içinden söylediği her sözü doğa anlıyor ve o da doğayı anlıyordu.

Yıllarca dağlarda bir başına dolaştı. Yine kimsenin bilmediği ve bilemeyeceği bir zaman sonra bir ağacın altında otururken, aniden esen rüzgâr ensesini yalayıp geçti, uzun saçlarını savurdu. Bu esintiyi bir meleğin çıkarttığını ve ona ayağa kalkmasını söylediğini hissettiği için kalktı. İçsel pusulasını takip ederek batıya doğru yürümeye başladı. Bir müddet yürüdükten sonra uzaktan kulağına bir ses çalındı. Ses, çobanın kavalına üflediği nefesin müziğiydi. Koyunların boynuna bağlı çıngırakların sesi müziğe eşlik ediyordu. Toprağın çocuğu onları görebilmek için çevik bir hareketle yanı başındaki ağacın tepesine tırmandı. Onun olduğu tarafa doğru yavaşça yol aldıklarını gördü. Az sonra çoban sürüsüyle ağacın altından geçerken, kavalına eşlik eden bir türkü mırıldanıyordu:

Fani deyip geçme dünya hayatını
Fani dediğin seni gerçeğe ulaştıracak kapıdır.
Kapıları vurup çekip gitme
Her insan Tanrı’ya açılan bir kapıdır.


Aslıhan Özen

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Geldi

Şarap alacak paran kalmadıysa,
Aşk da aynı kapıyı açar.
İkisi de insanı kendinden uzaklaştırıp, kafasını “iyi” eder.

Maharet
Şarabı içip,
Birine sevip,
Hâlâ kendini hatırlamakta. 

Aslıhan Özen

18 Temmuz 2013 Perşembe

Yaşam, altında ezilmek, gün be gün yok olmak için değildir. Tam da aksine üzerine çıkmak, her gün yeniden doğmak içindir. Dünyada yaşamak ama dünya etkilerinden uzak olmak içindir.

Aslıhan Özen

16 Temmuz 2013 Salı

AYNA


Biz insanlar, birbirimizle anlaşamıyoruz. İstiyoruz ki düğmenin iliğe tam girmesi gibi, her düşünce, her hareket, her istek birbirine tık diye otursun. Böyle olmuyor ve biz anlaşamıyoruz.

Birbirimize söylesek sorunu hemen çözecek şeyleri, konunun muhatabına değil de başkalarına söylüyoruz. Başkalarının kafasını şişiriyoruz. Konuşsak karşılıklı, anlaşacağız. İnsanlık hali, belki yanlış anlaşılmalar olmuştur. Açık fikirle konuşalım, çözelim, yarasız beresiz geçsin gitsin. Yok. Olmuyor. O zaman ne zevki kalacak. Cart diye çiziveriyoruz üstünü. “Aman çok da lazımdı” diyoruz. Geçip gidiyoruz. Bozulmuş bir bulaşık makinesi gibi o kişiyi atıyoruz. Gidip yenisini alıyoruz. “Bu da bozulursa bunu da atarım. Yeni alırım,” diyoruz.

Bu sırada güneş her sabah hiçbir şey olmamışçasına doğuyor ve ay her gece gökyüzünde yerini alıyor. Kuşlar göç ediyor. Yapraklar dallarını terk ediyor ve zamanı gelince tekrar yeşeriyor. Biz insanlar her gün yeni üzüntüler, yeni kırgınlıklar oluşturuyoruz. Biz birbirimizi sevemiyoruz. İsteklerimiz yerine getirilirse, anlaşılırsak, ihtiyaçlarımız karşılanırsa birbirimizi sevebiliyoruz. Kesin yargılar oluşturup ona göre davranıyoruz. Lafa gelince büyük laflar edip, uygulamaya gelince sınıfta kalıyoruz. Onu da bir yalanla, bahaneyle örtüp, aynen devam ediyoruz. Kendi yarattığımız rüyadan uyanmamak, haklı olmak için her şeyi yapıyoruz. Kısaca… Sevmiyoruz.

Bunların üzerinde dünyada barış istiyoruz. Hayvan hakları, insan hakları diyoruz. Laf çok. Önce kendi evimizin önünü temizlesek, zaten diğerleri kendiliğinden olmaya başlayacak. Israrla anlamıyoruz. Başkasının bahçesine diktiğimiz gözümüzü önce kendi bahçemize çevirirsek, kendimizle yüzleşebileceğiz. Ama insan dünyada zora kolay, kolaya zor der halde yaşıyor.

Dünyayı bu hale getiren de, kurtaracak da,
Kirleten de, temizleyecek de,
Gönlünü kapatan da, açan da,
Sevecek de sevmeyecek olan da insan.

Dünyanın neden bu halde olduğu, günlük yaşantımızdaki irili ufaklı ilişkilerde ve kendimizle ilişkimizde gizlidir. Uzun lafın kısası sevmekle ilgilidir.


Aslıhan Özen

27 Haziran 2013 Perşembe

KRM

Bazen… Her şey gibi yazmak da zorlaşır.
Mesela her gün yemek yeriz,
Ama bazı günler tek bir lokmayı yutmak eziyet gelir insana.
Eğer insanın içinde bir acısı varsa
Mesela arkadaşı öldürülmüş ve onu öldüren suçsuz bulunmuşsa,
O insanın acısı artık acıdan ötedir.
İsyandır.
Toprağa kök salmış, yüzyıllık bir sakız ağacı gibi güçlüdür.
Uzaktan ahkâm kesilemeyecek kadar saygı gösterilmesi gereken bir şeydir.
Bununla nasıl baş edeceğini en iyi o kişi bilir.
Kimine göre doğrudur, kimine göre eğridir
Ama kesin olan bir söz vardır ki, 
O da;
Helal olsun sana delikanlı.

Aslıhan Özen

19 Nisan 2013 Cuma

Gerçek


Koşullu sevdiğimiz için koşullu sevileceğimizi sanıyoruz ve yargıladığımız için yargılanacağımızdan korkuyoruz. Kendimizi koşullu seviyoruz, kendimizi ve dünyayı sürekli yargılıyoruz. Söylediğimiz şeyin doğru olduğunu düşünüp savunuyoruz bir de.

Başkalarının dışıyla kendi içimizi kıyaslıyoruz ve hep yeniliyoruz... Yetersizlik duyguları üretiyoruz. Bunları bastırmak için korkular, yargılar, suçlamalar yaratıyoruz. Sonra Tanrı’ya dönüp “Bu muydu senin yarattığın dünya?” deyip, bir de ona söyleniyoruz.

Rüyalar görüyoruz, rüyalar görmüyoruz, yürüyoruz, düşüyoruz, kalkıyoruz, ileriye zıplıyoruz, bir ileri bir geri gidiyoruz bazen. Suçluyoruz kendimizi ve kabullenemiyoruz. Kendimizi olduğumuz gibi kabullenemeyince, kimseyi kabullenemiyoruz. Dünya kötü diyoruz, insanlar şöyle böyle diyoruz. Bakıyoruz, göremiyoruz. Gördüğümüzü sanıp yeni yargılar üretiyoruz.

Sonra sevgi arıyoruz. Kadınlara ve adamlara bağımlı hale dönüşüyoruz. Beklentiler koyup bunlar karşılanmayınca kurban durumuna düşüp, insanları bizim beklentilerimizi karşılamakla görevli kişiler haline getiriyoruz. Sevemiyoruz ama adına aşk diyoruz. Dertleniyoruz, içiyoruz, ağlıyoruz, bize acıyacak insanlar bulup kendi illüzyonumuzu besliyoruz. İllüzyonun içinde iş, para, araba, cep telefonu, seks derken bir tur daha kaybolduktan sonra doymuyor da doymuyoruz.

Eve dönüyoruz, işe gidiyoruz, “Amma da monoton hayat” diyoruz. O sabah açan çiçeğin sürekli değiştiğini görmüyoruz. Biz aynı kalınca her şey monoton sanıyoruz. Evren sürekli genişliyor. Gözümüzle görmeyince inanmıyoruz.

Ayıp olur diye bir sürü şey yapıp, yaptıklarımızın altında eziliyoruz. Kişisel depremlerimizi yaşıyoruz, fark etmiyoruz. Mutlu olabilmek için insanların ve dünyanın değişmesini bekliyoruz. Seçimlerimizi göremiyoruz. Otomatik, ezberlenmiş şekilde hareket ediyoruz, mutlulukla mutsuzluğun seçim olduğunu bilemiyoruz. Mutluluğun illa dışarıdan geldiğini sanıyoruz. Taleplerimiz karşılanırsa mutlu, karşılanmazsa mutsuz oluyoruz. Yine başkalarını suçluyoruz ve ekliyoruz “Ama etik olarak... ama ayıp... ama ben ona bunu yapmazdım…” Kendimize yalanlar söylüyoruz. Gerçek sanıyoruz, altında eziliyoruz.

Her şeyi bir tek şey için yaşıyoruz aslında. Sevgi… Herkesin aradığı sevgi ama ne olduğunu dahi bilmiyoruz. Sevgi sandığımız duyguları sahiplenip savunuyoruz. Kıskançlık yoksa sevgi yok sanıyoruz; sahiplenmeyince ilgisizlik sanıyoruz. Kendimizi sevebildiğimiz kadar her şeyi severiz bilemiyoruz. Kendimize veremediğimiz her şeyi bakkaldan satın alır gibi takas ediyoruz insanlarla. Sevgiyi, cinselliği, arkadaşlığı, iyiliği…

Kendini seven sevgiden başka ne verebilir ki dünyaya? Vermekle değil almakla ilgileniyoruz. Doymuyor da doymuyoruz. Seviliyoruz, sevildiğimizi hissedemiyoruz. Tanrının bize baktığı gibi bakamıyoruz. İsa ne demişti anlayamıyoruz. “Benim sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi sevin…”

Yemekleri karnımıza tıkıyoruz, uyuşturucuları bedenimize sokuyoruz, alkolü ağzımızdan döküyoruz duygularımızla baş edemediğimiz için. Duygularımızı kabullenemiyoruz. Kendimizde gördüğümüz şeyleri görüp aydınlatacağımıza, görmemek için bakmıyoruz ve en kolay yol olan dışarıya bakıyoruz. Gözler dışarıyı değil de içeriyi görseydi neler görürdük acaba ve yüzleşecek gücümüz var mı bununla bilmiyoruz. Gördüğümüz şeyi yeniden yargılayıp, ideal insan portresi çıkartmaya ve bunu herkese yutturmaya çalışan maskeli ve mutsuz insanlara dönüyoruz.

Aslında her şeyin ne kadar basit olduğunu ve bizim bunu ne kadar karmaşık hale getirdiğimizi hissedemiyoruz, anlayamıyoruz. Falcılar, hocalar dolaşıp gücümüzü teslim edip, korkuyla yaşıyoruz. Yalnızlıktan korkuyoruz, sevilmemekten korkuyoruz, kaybolmaktan, acı çekmekten… Ölmekten korkuyoruz… Bahanelerimizi göremiyoruz. Sürekli haklılık oyunu oynuyoruz.

Ve her şeyi sevgi için yapıyoruz… Sevgi olabilmek için. Ağzımız alışmış “Seni seviyorum” diyoruz ne dediğimizi bilmeden. Aslında “Beni sevmene ihtiyacım var.” diyoruz. Birilerini yargılarken, aslında “Ben ne kadar iyiyim, o değil.” demek istiyoruz. Bir türlü ne dediğimizi bulamıyoruz. Dediklerimizi demiyoruz, demediklerimizi alttan alt yazı geçiyoruz. Alt yazıları görmüyoruz. Görülmediğini, hissedilmediğini sanıyoruz. Niyetlerimizin kokusu bütün gün bizimle geziniyor etrafta ve aslında buna göre yaşıyoruz tüm hayatı… Bilemiyoruz…

Ve tüm bunlara rağmen ışığa giden, öğretmen ve öğrencinin olmadığını bilen, bir Mesih varsa herkesin Mesih olduğunu bilen, geçtiği tüm yollarda bırakmak istediği iz saf sevgi olan, kendisinin ve tüm dünyanın sevgi olduğunu bilen, perdeyi aralayıp gerçeği gören insanlar da var. Ve bu insan bir tek şey için yaşıyor. Gerçek... Her sabah bu gerçek için uyanıyor. Gözlerini sürekli, bıkmadan içeriye çeviriyor. Düşüyor… Kalkıp dizlerini siliyor, ellerinin tozunu atıyor ve yanındaki kardeşine de elini uzatıyor. Doğayla birleşiyor, dünyayla birleşiyor, evrenle bir oluyor… Çoğalıyor, genişliyor, fazlalıkları atıyor ve her gün biraz daha yol alıyor bu hayatın içinde. Gerçeğe uyanıyor ve niyeti bu olduğu için gerçek oluyor. Gözleri sevinçten, sevginin coşkusundan doluyor. O insan biliyor şu koca dünya bir anda ortadan kaybolsa geriye bir tek şey kalır; O da sevgi… Her sabah bunun için uyanıyor ve bunun için yaşıyor. Gerçek er ya da tüm çıplaklığıyla ona kapılarını açacak biliyor.  

O bu bilişle yaşıyor hayatı. Bir hardal tanesi kadar imanın dağları yerinden oynatacağını biliyor. Her adımını bu inançla atıyor ve o insan biliyor… O yalnız değil… O koşulsuz seviliyor…

Aslıhan Özen

18 Nisan 2013 Perşembe

Dilencinin Şarkısı


Geçen gün Kızılay’da yürürken birkaç dilenci çıktı karşıma. Dikkatimi çekti, hepsi sanki aynı şarkıyı ezberlemiş de söylüyor gibiydiler. Sözler aşağı yukarı aynı ama makam kesin hep aynıydı. Serdar Ortaç şarkıları gibiydi. Metronun alt geçidini kullanarak karşıya geçerken, bu dilencilerin hepsinin bir yerde toplandığını, başkanlarının da onlara nasıl dilenileceğini öğrettiğini hayal ettim. Sözleri o kendilerine has müzikle söylüyor, ardından tekrar ettiriyordu. Dolayısı ile bütün dilenciler o başkan dilencinin öğrettiği biçimde söylüyorlardı. Makamın aynı olmasını da tüm dilencilerin kulaklarının iyi olduğuna, müzisyen olma potansiyelleri olduğuna yorup, kendi kendime güldüm.

Ta ki bugün Tunalı’da gördüğüm dilenciye kadar. Yanımda bir arkadaşımla onun olduğu tarafa doğru yürüyordum. Dilenci de neredeyse yürüyenlerin yolunu kesecek kadar ortada oturuyordu. Elinde, ağzına ve burnuna yapıştırdığı bir poşet vardı. Poşeti birkaç kez içine çekti. Poşet bir şişti, bir gevşedi. Bir şişti, bir gevşedi. Bali çekiyordu. Sonra poşeti cebine koydu. O sırada biz de tam yanına gelmiştik. Gözleri, ipini kopartmış bir hayvan gibi özgürdü yüzünde. Manasız döndü birkaç kez. Sonra, başı bedenine çok ağırmış gibi bir havada sallandı. Yanımdaki erkeğe bakarak sakin bir ses tonuyla emretti: “Yardım et.” O kadar netti ki, rica etmedi, emretti. “Yardım et.” Yanımdaki erkek, kutusuna para attı. Tam bir iki adım atmıştık ki, dilenci o diğer bütün dilencilerde gördüğüm aynılığı bir kez daha bozdu. Önünden geçen iki kadına bakarak “Yardım edinnn lannnn!” diye bağırdı. Çok özgün buldum yaklaşımını. Hiç öyle alta girmedi, yalvarmadı. Hepimize emrediyordu balinin de verdiği güçle. O sert ses tonuyla “Gebertirim lan hepinizi” dese, tonlamaya uygun olacak sözler. Ama o emreden sesle tüm sokağa hükmediyordu “Yarım edinnn lannnn!”

Aslıhan Özen

15 Nisan 2013 Pazartesi

Böyle


Bana tecavüz ederek beni ne kadar sevdiğini göstermeye çalışan
Beklentilerini, ıssız yerlerde kamyonlardan dökülen çöpler gibi üzerime boşaltan
“İyiliğim” için hayatıma müdahale eden
Sevdiği için özgürlüğümü elimden almaya kalkan tüm insanlara söyleyeceğim bir sözüm var…

Sevin… Ama beni değil
Kendinizi sevin.
Önce kendinizi sevin ki beni nasıl seveceğinizi hatırlayın
O kadar çok sevin ki kendinizi, beni sevmeye ihtiyacınız olmasın
Eğer beni de sevecekseniz,
Dünyaya sunduğunuz tek şey sevginiz olduğu için
Ben de nasipleneyim kendiliğinden

O zaman gelince bir daha oturalım karşılıklı.
Ve bakalım gözlerimizin içine.
O zaman hücrelerimiz birbirimizi görünce daha mutlu titreşecek
O zaman artık bir şey konuşmamıza gerek kalmayacak
O zaman biz, vakti gelince dalında açan bir çiçeğe
Vakti gelince dalından kuruyup düşen bir yaprağa
Yeni doğan bir çocuğa ve ölen bir insana benzeyeceğiz.
Biz o zaman aslımızı hatırlamış olacağız
O zaman sadece sevgi akacak
Kendiliğinden…

Aslıhan Özen

14 Nisan 2013 Pazar

BALON


Yaşlı, zayıf ve fakir bir baloncunun elindeki balonlar, insanların duymadığı bir dilde konuşuyorlarmış. Bir tanesi “Satıldıktan sonra, bir çocuğun mutluluğu olmak istiyorum,” demiş. Bir diğeri, “Benim bir isteğim yok, nereye gidersem gidiyim yeter ki şu yaşlı baloncu beni satıp parasını çocuklarına götürebilsin,”  demiş. Bir başkası, “Beni satınca baloncu, sattığı kişinin elinden kaçıp suya konmak istiyorum. Göklerden sıkıldım, suyla birlikte akıp, başka bir hayat yaşamak istiyorum,” demiş. Bir başkası ise, “Benim halim yok hiçbir şeye. Ne olursa olsun,” diyecekmiş ki tam, lafı yarım kesilmiş. Baloncu ipini çekmiş ve bir çocuğa uzatmış onu. Çocuk balonu eline almış neşeyle koşmaya başlamış. Balon da çocuğun elinde idamlık koyun gibi o nereye çekerse oraya gitmiş. 

Kalanlar, giden balonun arkasından bakmış bir müddet sessiz. Sonra söze devam etmişler hiçbir şey olmamış gibi. “Ben bir suya konunca altımdan balıklar akacak, onları seyredeceğim. Ördeklerle birlikte yüzeceğim. Yeter ki birisi beni satın alsın,” diye sözlerine devam etmiş balon. Az sonra gelen sevgililer, suda akmak isteyen balonu işaret ederek, parasını ödemişler baloncuya. Erkek, sevgilisine uzatmış ipi. Kız mahcup, almış balonu eline. Ellerindeki balon aşklarının işareti, parkta yürümeye başlamışlar. 

Az sonra rüzgârın gücüne dua eden balon, bir çırpıda kızın narin ellerinden kurtulmuş. Kız bir çığlık atmış. Erkek koşturmuş ama balon var gücüyle uzaklaşmış oradan. Uçmuş uçmuş parkın içindeki göle konmuş. Etrafa bir bakmış ne balık var, ne yosun, ne de ördekler. “Bu su yanlış su. Eyvah nasıl havalanacağım tekrar?” Demiş panik içinde. O sırada yanından içinde genç delikanlıların olduğu bir kayık geçmiş. Bir tanesi uzanmış almak için, eli yetişmemiş. Tam bundan kurtuldum derken, kıyıdan birisi eline aldığı taşı balona isabet alıp fırlatmış. Balon olduğu yerde sönmeye başlarken içindeki nefes havaya karışmış. O da son nefesiyle şöyle demiş, “Tanrım! Göklerin, yerlerin, suların yaratıcı ulu Tanrım! Ben göklerde salınması gerekirken, balıklarla dost olmayı seçmiş, son nefesini veren bir balonum. Sesimi duy! Senin benim için biçtiğin görevi küçümsedim ve kendi sonumu kendim yazdım. Demezler mi hiç balon dediğin göklere yaraşır, suda ne işi var? Bir dahaki sefere Tanrım, balık olmak istiyorum ama lütfen bana hatırlat bu sefer de balon olmak istemiyeyim…”

Aslıhan Özen

12 Nisan 2013 Cuma

EŞİT

Kendini insanlardan aşağı hisseden ve kendini insanlardan üstün hisseden iki insan, bir dağ yamacına oturmuş etrafı seyre dalmışken, yanlarına kendini insanlardan ne aşağı ne de yukarı hissetmeyen bir insanın gelmesiyle beraber oluşan titreşimin etkisiyle, terazinin bir kefesine fazlaca abandıklarını hissetmeleri sebebiyle ve bu yüzleşmenin etkisiyle, kefenin diğer tarafına geçerek, aşağı hisseden üstün, üstün hisseden aşağı hissetmeye başladı. Bunun üzerine aralarına oturmuş insanın yüzündeki gülümsemeye bakarak ve havada oluşan titreşimin etkisiyle, bu işte bir terslik olduğunu anlayıp, terazi kefesini bir önceki yerine getirdiler. Aşağı hisseden aşağı, yukarı hisseden yukarı hissetmeye başladı tekrar. Aralarındaki adama baktılar. Adam yine aynı biçimde gülümsüyordu. Her şeye aynı biçimde gülümsediğini düşündüklerinden, ona olan inançlarını kaybettiler ve kendini yukarı hisseden insan sinirlenip, kendini aşağı hisseden insana bir tekme atıp, kalkıp gitti. Kendini aşağı hisseden insan, bu yaşamda bir kurban olduğuna karar verip, kendini dağdan aşağı atarak intihar etti. Kendini ne aşağı ne yukarı hissetmeyen insan, eğilip yerdeki çiçeği kokladı. Oturduğu topraktan bir eliyle güç alıp ayağa kalktı. Arkasını dönüp gitti.

Aslıhan Özen

29 Mart 2013 Cuma

Halil Cibran'dan sonra yazı yazmak, bitmeyecek bir çıraklığa gönüllü olmak gibi bir şey.

Aslıhan Özen

26 Şubat 2013 Salı

Yazı yazmak

Yazı yazmak, kendini dürüstlükle takip edip, ruhundakileri tercüme etmek gibi bir şey. Aynı dilden aynı dile bir tercüme. Yazdığın şeyin her bir kelimesini samimiyetle seçmek lazım. Soru, "Sanat için mi sanat? Toplum için mi sanat?" değil. Ne kadar şeffaflaşmak istersin? Ne kadar kendini iyileştiren, kendine kol kanat geren olmak istersin, gibi şeyler olabilir bence.

Yazmak, uzun zamandır görmediğin birini gözünde canlandırdığında, onun yüzündeki her çizgiyi, her bir ağarmış kılı, gözlerini, sanki karşındaymışcasına görebilmek gibi bir şey olmalı. Yazdığın yazıya sarılacaksın. Dibine dibine ineceksin. Her kelimeyi bilinçli seçeceksin. Ve gece dünyayı sardığında, yatağa yattığında, yazını hayal ettiğinde, her bir satırı, nereden nereye gittiğini bileceksin. Rastlantı olmayacak.

Diyecekler ki, "Başımıza yazar kesildin. Bir de akıl vermeye başladın demek."
Yok öyle değil. Ben şu an kendime akıl veriyorum. Kendime kol kanat geriyorum. Ruhumu iyileştiriyorum.

Aslıhan Özen

12 Şubat 2013 Salı

Güle Güle

Göz görmemiş olsa da,
Gönül bağım olan bir Ahmet abi var.
Ahmet abi, namı diğer Yedi Bela,
Bir akarsuyun kaynağa kavuşması gibi yaşamdan akıp gidince
Gönlümde ince bir çatlak,
Çatlağı tamir etmek için, elimde özenle demlenmiş bir çay
Çayın içinde ağız dolusu bir “Tüh be!”
O kelimenin içinde de “Koşsam yakalar mıyım acaba” gibi bir his var.

Aslıhan Özen

20 Ocak 2013 Pazar

İçimde Marilyn Monreo'nunkine benzer hisler var.

Aslıhan Özen

17 Ocak 2013 Perşembe

Hoşgeldin ilk göz ağrım

Deli hoşgeldin.
Uzun zamandır gözlerim yoldaydı. Tam 3 yıldır.
Sen bana, kelime kelime dokuduğum bir hediyesin.
Beni öyle büttün ki.
Ağlayarak yazdım, yalvararak yazdım, yeminler edip yeminler bozarak yazdım seni.
Kuşun gülibrişim ağacına aşkını yazarken, Marekeşli tüccarla evlenen kızı yazarken, hep kendimi büyüttüm. Dileğim yolunun sonsuz olması.
"Deli'nin" sözlerinin insanlara ışık olması.
Hoşgeldin Deli dünyaya.
Beni büyüttün, şimdi sıra diğerlerinde.
Hoşgeldin ilk göz ağrım...

Aslıhan Özen

14 Ocak 2013 Pazartesi

Ümit'in hikayesi

X, o gün lahana dolması yapmasaydı
Yemek için Y’yi yemeğe çağırmasaydı
Y, gitmeyi kabul etmeseydi
Z, telefonunu arabada unutmasaydı
Telefonu almaya gittiğinde Y’yi eve bırakmasaydı
Y’nin evi orada olmasaydı
Ümit’in astım krizi Y’nin evinin önünde tutmasaydı
Z, Ümit’i yol kenarında baygın görmeyecekti.

Ama gördü…
Ümit bayılırken dizini burkmuştu. Bir yarım saat sonra toparlandığında, sırtında taşıdığı, çöpten topladığı ıvır zıvırı Y’nin ve Z’nin ısrarıyla tekrar çöpe boşaltarak, boş çuvalında kızına ayırdığı bebekle, cebinde üç günde kazanacağı parayla yoluna devam etti.
Y evine girdi.
Z arabasına bindi, evine döndü.

Aslıhan Özen

4 Ocak 2013 Cuma

Dünya halleri

Aynı uçakta olmalarına rağmen uçağın ön tarafın oturan, diğerlerinden daha kaliteli yemekler yiyen, kalkışta şampanya içen, uçak inince kalabalığın arasında ezilmeyip uçaktan ilk inen kişilerle, cebindeki paranın azlığından dolayı daha arkada oturan, çoğunluğun yediği yemeği yiyen, inerken dar koridorda ezilen insanlar, tüm dünyanın çatısını oluşturan gökyüzünde yolculuk yapıyorlardı. O sırada yağmaya başlayan yağmur yeryüzüne düşerken dokunduğu toprakları yeşertmeye başladı ve hemen ardından açan güneş tüm insanlığı ısıttı.

Hostes, ön taraftaki “ayrıcalıklı” bölmeyi ayıran perdeyi araladığında, otuz iki dişi görünüyordu. Arkaya doğru yol aldıkça dört dişini kapattı, yirmi sekiz dişi görünmeye başladı. Çocuğunu tuvalete götürmek için ayağa kalkmış, öne doğru yürümeye yeltenen bir kadına doğru yaklaşıp, yirmi sekiz dişiyle onları arka taraftaki tuvalete yönlendirdi. Ön taraf zenginlerin, arka taraf zengin olmayanların tuvaletiydi çünkü. Aslında iki tuvalet arasında bir fark yoktu ama kimin nereye sıçacağına kişinin cebindeki paraya göre karar veriliyordu. Çocuk ve annesi arkaya doğru yürümeye başladılar. O sırada çocuk bir eliyle gökyüzünü göstererek sevinçle annesini cama doğru çekti. Ön taraftakiler de dahil olmak üzere herkes camdan dışarı baktı. Gökkuşağı çıkmıştı. Uçağın ağır metal gövdesi gökkuşağını yararak yoluna devam etti. Herkes önüne döndü.

O sırada yeryüzünde yaşlı bir adam, kendi gibi yaşlanmış davarlarıyla toprağı sürüyordu. Uzaktan ona su getiren oğlunu görünce durdu. Cebinden baba yadigârı eski bir kumaş mendili çıkartıp alnındaki teri sildi. Mendil ıslandı. Uçak gürültüyle yaşlı adamın ve tarlanın üzerinden geçip gitti. Uçağın ön tarafındakiler kendilerini önemli ve değerli, arka taraftakiler kendilerini önemsiz ve değersiz hissederken, tarlayı süren adam oğlunun getirdiği suyu kuruyan boğazından döktü. Davarlar için ayırdığı suyu önlerine koydu. Onlar da içtiler.

Aslıhan Özen