19 Nisan 2013 Cuma

Gerçek


Koşullu sevdiğimiz için koşullu sevileceğimizi sanıyoruz ve yargıladığımız için yargılanacağımızdan korkuyoruz. Kendimizi koşullu seviyoruz, kendimizi ve dünyayı sürekli yargılıyoruz. Söylediğimiz şeyin doğru olduğunu düşünüp savunuyoruz bir de.

Başkalarının dışıyla kendi içimizi kıyaslıyoruz ve hep yeniliyoruz... Yetersizlik duyguları üretiyoruz. Bunları bastırmak için korkular, yargılar, suçlamalar yaratıyoruz. Sonra Tanrı’ya dönüp “Bu muydu senin yarattığın dünya?” deyip, bir de ona söyleniyoruz.

Rüyalar görüyoruz, rüyalar görmüyoruz, yürüyoruz, düşüyoruz, kalkıyoruz, ileriye zıplıyoruz, bir ileri bir geri gidiyoruz bazen. Suçluyoruz kendimizi ve kabullenemiyoruz. Kendimizi olduğumuz gibi kabullenemeyince, kimseyi kabullenemiyoruz. Dünya kötü diyoruz, insanlar şöyle böyle diyoruz. Bakıyoruz, göremiyoruz. Gördüğümüzü sanıp yeni yargılar üretiyoruz.

Sonra sevgi arıyoruz. Kadınlara ve adamlara bağımlı hale dönüşüyoruz. Beklentiler koyup bunlar karşılanmayınca kurban durumuna düşüp, insanları bizim beklentilerimizi karşılamakla görevli kişiler haline getiriyoruz. Sevemiyoruz ama adına aşk diyoruz. Dertleniyoruz, içiyoruz, ağlıyoruz, bize acıyacak insanlar bulup kendi illüzyonumuzu besliyoruz. İllüzyonun içinde iş, para, araba, cep telefonu, seks derken bir tur daha kaybolduktan sonra doymuyor da doymuyoruz.

Eve dönüyoruz, işe gidiyoruz, “Amma da monoton hayat” diyoruz. O sabah açan çiçeğin sürekli değiştiğini görmüyoruz. Biz aynı kalınca her şey monoton sanıyoruz. Evren sürekli genişliyor. Gözümüzle görmeyince inanmıyoruz.

Ayıp olur diye bir sürü şey yapıp, yaptıklarımızın altında eziliyoruz. Kişisel depremlerimizi yaşıyoruz, fark etmiyoruz. Mutlu olabilmek için insanların ve dünyanın değişmesini bekliyoruz. Seçimlerimizi göremiyoruz. Otomatik, ezberlenmiş şekilde hareket ediyoruz, mutlulukla mutsuzluğun seçim olduğunu bilemiyoruz. Mutluluğun illa dışarıdan geldiğini sanıyoruz. Taleplerimiz karşılanırsa mutlu, karşılanmazsa mutsuz oluyoruz. Yine başkalarını suçluyoruz ve ekliyoruz “Ama etik olarak... ama ayıp... ama ben ona bunu yapmazdım…” Kendimize yalanlar söylüyoruz. Gerçek sanıyoruz, altında eziliyoruz.

Her şeyi bir tek şey için yaşıyoruz aslında. Sevgi… Herkesin aradığı sevgi ama ne olduğunu dahi bilmiyoruz. Sevgi sandığımız duyguları sahiplenip savunuyoruz. Kıskançlık yoksa sevgi yok sanıyoruz; sahiplenmeyince ilgisizlik sanıyoruz. Kendimizi sevebildiğimiz kadar her şeyi severiz bilemiyoruz. Kendimize veremediğimiz her şeyi bakkaldan satın alır gibi takas ediyoruz insanlarla. Sevgiyi, cinselliği, arkadaşlığı, iyiliği…

Kendini seven sevgiden başka ne verebilir ki dünyaya? Vermekle değil almakla ilgileniyoruz. Doymuyor da doymuyoruz. Seviliyoruz, sevildiğimizi hissedemiyoruz. Tanrının bize baktığı gibi bakamıyoruz. İsa ne demişti anlayamıyoruz. “Benim sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi sevin…”

Yemekleri karnımıza tıkıyoruz, uyuşturucuları bedenimize sokuyoruz, alkolü ağzımızdan döküyoruz duygularımızla baş edemediğimiz için. Duygularımızı kabullenemiyoruz. Kendimizde gördüğümüz şeyleri görüp aydınlatacağımıza, görmemek için bakmıyoruz ve en kolay yol olan dışarıya bakıyoruz. Gözler dışarıyı değil de içeriyi görseydi neler görürdük acaba ve yüzleşecek gücümüz var mı bununla bilmiyoruz. Gördüğümüz şeyi yeniden yargılayıp, ideal insan portresi çıkartmaya ve bunu herkese yutturmaya çalışan maskeli ve mutsuz insanlara dönüyoruz.

Aslında her şeyin ne kadar basit olduğunu ve bizim bunu ne kadar karmaşık hale getirdiğimizi hissedemiyoruz, anlayamıyoruz. Falcılar, hocalar dolaşıp gücümüzü teslim edip, korkuyla yaşıyoruz. Yalnızlıktan korkuyoruz, sevilmemekten korkuyoruz, kaybolmaktan, acı çekmekten… Ölmekten korkuyoruz… Bahanelerimizi göremiyoruz. Sürekli haklılık oyunu oynuyoruz.

Ve her şeyi sevgi için yapıyoruz… Sevgi olabilmek için. Ağzımız alışmış “Seni seviyorum” diyoruz ne dediğimizi bilmeden. Aslında “Beni sevmene ihtiyacım var.” diyoruz. Birilerini yargılarken, aslında “Ben ne kadar iyiyim, o değil.” demek istiyoruz. Bir türlü ne dediğimizi bulamıyoruz. Dediklerimizi demiyoruz, demediklerimizi alttan alt yazı geçiyoruz. Alt yazıları görmüyoruz. Görülmediğini, hissedilmediğini sanıyoruz. Niyetlerimizin kokusu bütün gün bizimle geziniyor etrafta ve aslında buna göre yaşıyoruz tüm hayatı… Bilemiyoruz…

Ve tüm bunlara rağmen ışığa giden, öğretmen ve öğrencinin olmadığını bilen, bir Mesih varsa herkesin Mesih olduğunu bilen, geçtiği tüm yollarda bırakmak istediği iz saf sevgi olan, kendisinin ve tüm dünyanın sevgi olduğunu bilen, perdeyi aralayıp gerçeği gören insanlar da var. Ve bu insan bir tek şey için yaşıyor. Gerçek... Her sabah bu gerçek için uyanıyor. Gözlerini sürekli, bıkmadan içeriye çeviriyor. Düşüyor… Kalkıp dizlerini siliyor, ellerinin tozunu atıyor ve yanındaki kardeşine de elini uzatıyor. Doğayla birleşiyor, dünyayla birleşiyor, evrenle bir oluyor… Çoğalıyor, genişliyor, fazlalıkları atıyor ve her gün biraz daha yol alıyor bu hayatın içinde. Gerçeğe uyanıyor ve niyeti bu olduğu için gerçek oluyor. Gözleri sevinçten, sevginin coşkusundan doluyor. O insan biliyor şu koca dünya bir anda ortadan kaybolsa geriye bir tek şey kalır; O da sevgi… Her sabah bunun için uyanıyor ve bunun için yaşıyor. Gerçek er ya da tüm çıplaklığıyla ona kapılarını açacak biliyor.  

O bu bilişle yaşıyor hayatı. Bir hardal tanesi kadar imanın dağları yerinden oynatacağını biliyor. Her adımını bu inançla atıyor ve o insan biliyor… O yalnız değil… O koşulsuz seviliyor…

Aslıhan Özen

3 yorum: