İnsanlar bazen bana dönüp şöyle
diyorlar: “İşte istediğim hayatı yaşayan birisi.” Neden? Diye soruyorum. Benzer
cevaplar veriyorlar. “İstediğin işi yapıyorsun, mutlusun. Benim gibi her sabah
işe gitmek zorunda değilsin. Toplumun dayatmalarına boyun eğmemişsin. Fakat
bizler istemesek de bunlara uymak zorunda kalıyoruz.”
Bana göre bu istekleri Ferhat’ın
Şirin’e, Leyla’nın Mecnun’a aşkı gibi. Onlar kavuşamadıkça aşıklar, elde
edemedikçe kıymetli başka yaşamlar.
Onlara birkaç günlüğüne kendi
hayatımı verebileceğimi, var olan hayatlarına da hiçbir şey kaybetmeden geri
dönebileceklerini garantilesem, başlangıçta isterler. Ama üç güne kalmadan koşarak
eski hayatlarına dönmeyi tercih ederler. Uzaktan davulun sesi hoş gelir.
Aslında davulun sesi yakından da hoştur ama insanın kendi alışık olduğu
sistemin dışına çıkması, dayatılmış kurallara, varlığının sesini dinleyerek karşılık
vermesi zor gelir. Oysa bir insanın yapabileceği şeyler yapıyorum. Gece herkes
uyurken aya gidip, biraz dünyaya bakıp geri dönmüyorum.
Onlar bana böyle bakarken, bir de
ben kendime bakıyorum. Belki de haklılar diyorum. Sabah yağmur ağaçların
yapraklarına nazikçe dokunurken, kuşların ötüşünü dinliyorum. Bir serçe çam
ağacının en üstüne kanatlarını açıp uçabilecekken, şakacı bir biçimde hep bir
dal yukarıya zıplayarak ağacın en tepesine çıkışını seyrediyorum. Güvercinler
çatıya doğru uçarken, onların benim bedenimden geçip gittiklerini hayal
ediyorum. Güneş batarken camdan sarkıp renklerine bakıyorum. Gece bardan çıkar
çıkmaz ilk iş ayın nerede olduğunu arıyorum. Gece bu yazıyı yazarken içimden
bir sürü şey geçiriyorum sessizce. Güzel bir müzik dinliyorum. Onları bilmem.
Kendimi bilirim. Belki de diyorum… Belki de…